1997... İstanbul hiç olmadığı kadar kalabalık, hiç olmadığı kadar gürültülü, hiç olmadığı kadar boğucu...
Egzoz dumanı bacalardan püsküren kuruma karışmış, insanlar on kilometrelik yolları üç bucuk saatte gitmeye başlamış, çocuklar ağaç görmek icin Yıldız Parkı’na, ördek görmek için Darıca’ya gidiyor...
Bir şeyler yanlış gidiyordu ve bunu o yıllarda anlamış olmak en büyük şansımdı.
İhtiyacım olan ne ardı ardına açılan alış - veriş merkezleri, ne de Beyoğlu’nun gürültülü gece hayatıydı. Büyükdere Caddesi, gözümde bir korku filmi setinden farksızdı artık.
Kaçmak lazımdı. Arkadaşlarıma bahsedip durduğum “şöyle sakin bir yerlere gitme, bir taş ev yaptırma, kendi bahçemde bir şeyler yetiştirme, bir sürü hayvan alıp onlarla zaman geçirme” planını gerçeğe çevirmek...
Kaçmak..! ...ama nereye?
Ege’yi oldum olası çok sevdim ben. Anadolulu ama modern insanlarını, kültürünü, yaşam tarzını, eğlencesini, dinginliğini...
İş hayatından yakayı kurtarmayı başardığınızda karar vermek zor olmuyor. Bir kamyon çağır, Mecidiyeköy’deki apartman dairesinin eşyasını içine doldurt, arabaya atla... Köprü’den son bir geçiş... Son bir ‘‘hoşçakal’’...
Kaçış öyküm bu... Çiftliğin kuruluşu için ise birkaç yıl daha geçmesi gerekecekti.
Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl... Ardından Aydın - Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işlettiğim ‘‘Billur Su yılları’’... Kızımın doğumu... İşlerin stresinden bunalıp fabrikayı bölgenin en büyük şirketlerinden birine devretmem ve otuzlu yaşlarımın sonunda emekliliğimi ilan etmem...